29 Ağustos 2011 Pazartesi

Holografik İnsan Ne, nedir, nasıl, neden

Yirmi birinci yüzyıla girmiş olmamıza rağmen, hala pek az ilerleme kaydetmiş olduğumuz konulardan biri de beynin yapısıdır. Özellikle belleğin beyindeki yerini tespit etmek için çalışmalar halen devam etmektedir. Bir bakış açısına göre bellek beyin içinde yaygın bir şekilde vardır, veya diğer bir deyişle, belleği oluşturan tüm bilgiler kodlanmış olarak çeşitli beyin bölgelerinde kayıt edilmiş durumdadırlar.

Bu tür özelliklere sahip bir fiziksel sistem geliştirilmiş durumdadır ve adı da Hologram´dır. Belleğin bir hologram olarak beyinde kayıt edildiğini iddia eden beyin cerrahı Karl Pribram 1969 yılında Holografik Model görüşünü ileri sürmüştür.

Holografik Modeli anlayabilmek için holografik kayıt sistemini anlamak gerekir. Hologram, monokromatik (tek renkten oluşmuş) ışık kullanarak yapılmış olan bir tür fotoğrafa benzer. Ancak, ayrıntıya girildiğinde fotoğraftan da oldukça farklı olduğu görülür. Tek bir dalga boyu (renk) içeren ışık hüzmesi ikiye bölünerek biri hologramı yapılacak olan cisme, diğeri ise doğrudan kayıt eden ortama (fotoğraf kağıdına) yöneltilir. Cisim üstünden yansıyıp kayıt ortamına ulaşan ışık hüzmesi diğer (doğrudan gelen) hüzme ile girişime girer. Sonuçta bu iki hüzmenin girişim çizgileri kayıt ortamında sabitleşir. Cisim kaldırıldıktan sonra, aynı tek renkli ışık hüzmelerinden biri kayıt ortamından yansıtılıp diğer hüzme ile havada girişime girdiğinde uzayda üç-boyutlu cismin görüntüsü belirir. Cismin üç-boyutlu görülmesinin nedeni bir mercek kullanılmamış olmasıdır. Fotoğraftan farklı olarak, cismin iki boyutlu tek bir görüntüsü yerine cismin çeşitli bölgelerinden yansıyan pek çok ışık dalgasının, yaygın bir şekilde, girişim çizgilerinin kaydı yapılmış olmaktadır.



İnsanın bir kendi iç elektriksel dalgaları ve bir de duyu organlarından gelen elektriksel-kimyasal dalgaların girişimi beyinde nöronların karmaşık bağlar kurup holografik olarak bellek dediğimiz bilgi deposunu oluşturmaları pekala mümkündür. Hologramın ilginç bir özelliği da kayıt ortamının ufak bir parçasında dahi cismin 3-boyutlu görüntüsünü yeniden oluşturacak bilgilerin tümünün depolanmış olduğudur. Şu halde beynin herhangi bir ufak parçası dahi belleğin tümünü barındırabilecek özelliklere sahiptir. Demek ki kayıt eden ortamın her bir noktasında tüm bilgi kodlanmış durumdadır ve bu ortamın en küçük parçası dahi bütün hakkında tüm bilgileri barındırmaktadır.

Holografik kayıt bize çok büyük ve çok karmaşık bir yapının dahi çok küçük bir bölgeye kodlanarak sığabileceğini göstermektedir. Sadece insan değil her canlı varlık evrenin bir holografik kaydı olabilir. Aynı görüşün bir başka ifade şekli de insan yapısında evrenin tüm bilgilerinin kodlanmış olabilecekleridir. Bu ifadeyi sadece beden veya bellek olarak değil, tüm ruh-beden bütünlüğü çerçevesinde anlamak gerekir. İnsan kendini tanımakla kendinden çok daha büyük ve karmaşık bir gerçekle tanışmış olur. Kendini tanıyan insan bir yandan birlik duygusuna erişirken öte yandan sonsuzlukla da temasa geçmiş olur. Zira evrenin uzay-zaman sonsuzluğuna holografik olarak zamanda ‘şimdi’ ve mekanda ‘burada’ noktalarından sıçrama yapmak mümkündür.

İnsanla evren arasındaki bu yakın ilişkiye değinmiş olan fizikçi, (1930’lu yıllarda Nobel fizik ödülünü de kazanmış olan) Paul Dirac’tir. Dirac’ın ileri sürmüş olduğu Antropik Prensibine göre “Fizik biliminde bazı sabit sayılar az bir miktar farklı olsalardı evrenimiz bugünkü durumuna asla ulaşamazdı ve bu çok farklı oluşan evrende insan da ortaya çıkamazdı”. İnsan evrende tesadüf eseri oluşmuş bir varlık değildir ve evrenle bütünsel bir ilişki içindedir.



Antropik Prensibin ‘İnsanı merkez yapan prensip’ olduğu sanılabilir. Oysa ki, bu yaklaşım ben-merkezci (egoist) bir bakış açısı olmayıp sadece insanı dışlamış olan nesnel bilime öznel insan yapısını katmak olarak algılanmalıdır. Zira evreni gözleyen ve evren hakkında fikir yürütüp model geliştiren insan ile evren ‘içiçe’dirler. Bu ilişki sadece yerel olmayıp zaman ve mekândan bağımsız, bütünsel bir ilişkidir.

Eğer insan varlığın bütünsel bir holografik kaydı ise bu kayıtta zaman ve mekandan bağımsız, çok eski dönemlerden kalma, bilgiler, tecrübeler, imgeler ve simgeler bulunabilir. Hatta Sigmund Freud ile aynı dönemde yaşamış olan Carl Gustav Jung’un iddia ettiği gibi ‘arketipler’ dahi bulunabilir. Arketipler en eski dönemlere ait modeller, imgeler ve simgelerdir. Örneğin, insan arketipini ‘Anima’ (dişi) ve ‘Animus’ (erkek) arketipi olarak iki temel motif veya kavram olarak düşünebiliriz.

Anima, doğuran ve koruyan dişi özelliği ile doğayı ve doğa güçlerini temsil eden bir Tanrıça motifi olarak insanlık tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Eski toplumlarda Ana-Tanrıçalara büyük önem verilmesi, insan yaşamının doğaya bağlı oluşu ve toprak ürünlerinden bolluk ve bereket beklentisi ile yakından ilişkilidir. Anadolu ve Mezopotamya Tanrıçaları hep bolluğu ve bereketi simgeliyorlardı. Animus ise, insanın bedensel (kas) gücünü ve uygulayıcı yönünü belirtir. Ayrıca, Anima her erkeğin hissi ve duygusal yanını, Animus ise her dişinin karar veren yönetici yanını temsil eder. Öyle anlaşılıyor ki, her insanda holografik olarak kayıt edilmiş olan hem erkeklik hem de dişilik özellikleri bulunmaktadır. Bu özellikler birbirleri içinde uyumlu bir girişim ve kaynaşım içinde oldukları sürece insan dengeli ve huzurlu olur. Birinin diğerine fazlaca üstün gelmesi halinde karşı cinsi etkileyip kontrol altına almak arzusundan doğan dengesiz bir karakter ortaya çıkar. Doğru olan Yin-Yang simgesinde olduğu gibi, birleşmiş ve kaynaşmış, dengeli bir kişilik elde edebilmektir.



Yin-Yang simgesi, bir daire içinde siyahla beyazın simetrik ve estetik girişimidir. Yin-Yang simgesine benzeyen diğer bir simge de ‘Mandala’ denilen şekildir. Bu şekilde evrensel belleğin etkisini görmek mümkündür. Carl Jung tedavi ettiği hastalara serbest resim çizmelerini istemiş ve birçoğu mandala simgesini çizmiştir. Onlar için mandala genellikle birliktelik ve bütünsellik ifade etmektedir. Dıştaki daire evreni, kozmozu belirtirken içteki artı işareti veya yıldız insanı simgeler. İkisi bir arada evrenle bütünleşmiş, tüm varlık içinde birliğe ulaşmış insanı simgelerler. Ortadaki 8 yapraklı Lotus çiçeği aydınlanmış insanı, yani Budha öğretisindeki 8-katlı yolu izleyen bilge kişiyi simgeler. Yin-Yang motifi ile mandala motifi arasında birçok benzerlikler vardır. Her ikisi de ruh-beden birlikteliğine ulaşmış insanı simgelerler ve de holografik bir kayıt olarak evrenin bütünlüğünü yansıtırlar.

Evrendeki temel simetriden “X” dergisindeki birçok yazımda söz ettim. En büyükten en küçüğe kadar tüm varlıklar arasındaki bu benzerlik ve ortak gizli simetri holografik bağların varlığına işarettir. Bizim için önemli olan bu bağların farkına varmak ve sonsuzlukla iletişim içine girebilmektir. Medyumların, şamanların (kamların), şifacıların, Reiki enerjisi ile temas kuranların ve telepati gücüne sahip olanların pratikte yaptıkları, bu farkındalığı uygulamaya koyarak insanlığa faydalı olabilmektir.

Klasik bilim bu gibi öznel güçleri görmezden gelse de Yeniçağ biliminin insan-evren ilişkisine önem vereceği kanısındayım. Çünkü insan evrenden kopuk, bağımsız bir nesne olmadığı gibi, tam tersine evrenin küçük bir modeli, bir holografik kaydıdır. Burada insanın özel bir konumu olduğunu söylemek istemiyorum. Canlı veya cansız her varlıkta bu holografik kayıt değişik seviyelerde olduğuna göre, her varlığın da insanın olduğu kadar önemi ve evrende insana eşdeğer bir konumu vardır. Unutmayalım ki, holografik kayıttan eksiltilen her parça bütünsel gerçeğin biraz daha bulanık hale gelmesi ve netliğini kaybetmesi sonucunu doğurur.

Bu bakımdan, her insan kendindeki holografik kaydın farkına varıp, onu hem kendi hayrına hem de bütünün hayrına kullanabilirse bütünsel gerçek daha net olarak ortaya çıkabilir.

Doç. Dr. Haluk Berkmen
(siriusufo)

Nedir, Neden, Nasıl, Nerede, Ne zaman, Hangi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder